kapat

15 OCAK 1997 CARSAMBA

Bazı geceler, uykusuzluğa değer...

TRT-1'de gece-yarısı başlayıp, sabaha kadar süren bir canlı yayın var. İki genç sunucu, nöbetleşe her gece bu programa, sanatçıları konuk ediyor. Şarkılar söyleniyor, telefonla dinleyici istekleri alınıyor.

"Her şeye rağmen", TRT'nin ciddiyetini ve devamlılığını kanıtlayan bir program bu. Kaç yıldır, hiç aksamadan ve düzeyini düşürmeden sürmekte...

Önceki gece, Tahir Engin İçöz, Udi Sedat Oytun ve Neyzen Ekrem Vural gibi ustaların eşliğinde, programın konuğuydu.

"Şöyle bir göz atayım" dedim ve sabaha kadar takıldım programa.

Tahir Engin İçöz, benim televizyonu açtığım sırada Dede Efendi'nin "Reh-i Aşkında"sını söylüyordu. Bu Hüzzam yürük semainin öylesine hakkını verdi ki, "ah hiç bitmese" diye dua etmek geldi içimden.

Sonra Yorgo Bacanos'un bir şarkısına geçti. Keşke banda alabilseydim bu şarkıyı. 1930'ların "art-deco" havasını taşıyan, renkli, süslü bir şarkıydı bu.

Tahir Engin İçöz, elinde bendiri bu müzik ziyafetini sürdürdü.

Sadettin Kaynak'ın "Gönlüm seher yeli gibi"sine kadar uzandı yolculuk,

"Gönlüm seher yeli gibi,

Daldan dala essem diyor,

Coşsam bahar seli gibi,

Setler yıkıp, geçsem diyor."

Dinlerken hissettim ki, Yorgo Bacanos'a takılmışım. Hüzzam makamında iki şarkısını buldum.

Birincisi "Gülmedim, güldürmedim, bilmem kabahat kimdedir" diye başlayanı, diğeri de "Sevdası henüz sinede gönlüm gibi sağdı" şeklinde olanı.

Tahir Engin İçöz'ün, arkasında 30 yıllık birikim taşıyan, olgun ve içten yorumlarını dinlerken, hayalata daldım yine.

Dede Efendi'nin, 2'nci Mahmud sarayında "Küme Faslı" yönettiği dönemde, 8 hanende, 2 ney, 3 keman ve 4 tanbur bulunurmuş heyette. Hanendeler arasında Dellalzade İsmail Efendi, Şakir Ağa, Suyolcuzade Salih Efendi gibi isimler de varmış.

Numan Ağa tanbur, Kazasker Mustafa Efendi ney, Ali Ağa keman çalarmış.

Böyle bir faslı, ekrana getirebildiğinizi düşünün bir kez. Ne muhteşem bir olay olurdu!..

Yine de bizler, Yorgo Bacanos'a yetiştik.

Lavtacı Lambo Efendi, oğullarından Yorgo'yu udi, Aleko'yu da kemençeci olarak yetiştirmiş. 1958'de, İstanbul Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti'nden emekli olduğu güne kadar Yorgo Bacanos'u, ünlü "pazar konserleri"nde dinledik neticede. Mesut Cemil'in, Münir Nurettin Selçuk'un şefliklerinde, kimleri dinlemedik ki?

TRT'nin bir programı ve Tahir Engin İçöz'ün icrası, bana uykusuz bir geceye mal oldu.

Ama değerdi.

Tarihimle, kültürümle, sanatla ve müzikle dolu saatler geçirdim. Hayatın, sadece Susurluk'tan ibaret olmadığını, yine anladım.


Güvercinler, karıncalar ve şahinler

İnsanların görüntüleri ile özleri nasıl farklı oluyor bazen. Bir örnek vermek istersek, DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit'i ele alabiliriz mesela.

Ecevit, siyasi tırmanışını, beyaz güvercinlerle, barışla, "sev kardeşim"lerle gerçekleştirdi.

Mavi gömlekli, kasketli Karaoğlan 1974'te başbakan olunca, toplumun bir kesimi, artık bütün kötü günlerin geride kalacağını düşünmeye başlamıştı.

O kadar ki, bütün kocalar, hanımların güzelleşeceğini, bütün susuzlar kuraklığın biteceğini falan bekliyordu.

Derken 1974 Temmuz'unda Kıbrıs krizi geldi. "Barış Harekatı" adı verilen askeri harekat sonunda, Ecevit'in elindeki beyaz güvercinin yerini, başındaki miğfer aldı.

Hani bugün Tansu Çiller, durmadan elini vurup, "ya bitecek-ya bitecek" diye, garip konuşmalar yapıyor ya.

İşte öyle bir şey.

Ecevit'i, "barış güvercini"ne kanıp, kolayca yiyeceklerini zanneden siyasi rakipleri (başta Demirel), şaşırıp kalmıştı... Sonunda, "Kıbrıs Fatihi" unvanı taşıyan, miğferli bir güvercin çıkmıştı karşılarına.

Mesut Yılmaz da, Tansu Çiller'in "kadın" görüntüsüne kanıp, aynı yanılgıya düşmedi mi yani?

Düşünün... Muhsin Yazıcıoğlu'nu ve "BBP"yi Mesut Yılmaz parlamentoya taşıdı. Ama sonunda, Ömer Lütfi Topal'ın kan davasını güden bir konuma girdi. Çiller ise, "ülkücüler"in savunucusu.

Bu iş böyle giderse, bakarsınız bir gün, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz'a,

- Elinin hamuru ile bu işlere karışma, bile der.

Hatta belki, Mesut Yılmaz'a, "mutfağa dön" uyarısında bulunur.

Rahmetli Turan Güneş, barışçı görünüp, sürekli savaş çığlıkları atanlara uygun düşen bir fıkra anlatırdı. Şöyle ki:

Bir katolik, bir gün papaza gidip günah çıkartmak istemiş. Ama önce papazı uyarmış.

- Papaz efendi. Ben öyle iyi bir insanım ki, yoldan geçen karıncalar ezilmesin diye, ayak bileklerime çıngırak taktım. Çıngırak sesini duyan karıncalar kaçıyor ve kurtuluyorlar.

Sonra günahlarını sıralamaya başlamış.

Bir gün eve geldim. Baldızım evde yalnızdı. Duşta yıkanıyordu. Banyonun kapısı aralık kalmış. Gözüm çarptı. Dayanamadım, girdim banyoya. Baldızla seviştim.

Papaz bir çığlık atmış.

- Aman evladım, baldız yarı-kardeş sayılır. Büyük günah bu!..

Adam, hemen paçalarını sıyırıp, çıngırakları göstermiş. Papaz bunun üzerine sesini alçaltmış.

- Peki oğlum. Bu günahın affedildi. Ama başka günah yok değil mi, demiş.

Adam, devam etmiş itiraflarına.

- Bir gün eve geldim. Kayınvalidem evdeydi. Uyuyordu. Hava sıcaktı. Yorganı kaymış üzerinden. Dayanamadım, onunla da seviştim.

Papaz bunları duyunca bağırmış.

- Bacağındaki çıngırakları çıkar. Başka yerine tak. Bırak karıncalar ezilsin. Çıngırakları duyan kadınlar kaçıp, kurtulsun demiş.

Bu "karınca-ezmez" görüntülü şahinleri görünce, hep rahmetli Güneş'in fıkrasını hatırlarım.Bravo!..Hem Moskova'nın, hem Washington'un, Kıbrıs konusunda Türkiye'yi uyarmalarının üzerinden 33 yıl geçti. Hatırlayın. "John Mektubu" gelince, rahmetli İnönü, "yeni bir dünya kurulur" gibi tepkiler seslendirmişti.

Peki bundan ne çıkar?

Krizlerini, tarih kitaplarında bırakacak yerde, aynı çözümsüzlükle 21'inci yüzyıla taşıyan bir diplomasiye, sadece "bravo" demek istiyoruz.


© COPYRIGHT 1997 MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. (Her hakkı saklıdır) YÖRE Elektronik Yayimcilik A.S.